Efsaneye göre yüzyıllar önce şehirde bir dragon halkı canından bezdirmiş, özellikle genç ve bakire kızları kendine kurban olarak seçen dragonu öldürmek adına şehrin delikanlıları büyük mücadele vermelerine rağmen başarılı olamamışlar ancak bir gün Krak isimli bir yiğit çıkıp dragonu öldürmeyi başarmış. Şehri böyle büyük bir beladan kurtardığı için de şehre kendisinin ismini vermişler.
Hikaye her ne kadar kulağa pek inandırıcı gelmese de, dragon hala şehrin simgesi. Royal Wawel Castle önünde kocaman bir dragon heykeli var, heykel demek doğru olmaz aslında çünkü belirli zaman aralıklarında bir düzenek yardımıyla ağzından ateş çıkarıyor. Hediyelik eşya satan birçok dükkanda da dragon temalı ürünlere rastlamak mümkün. Krakowdan ayrılmadan önce aldığım birçok hediyelik eşyamı süsler söz konusu dragon. Yesinler! Sempatik şey seni.
Avrupa’nın önde gelen turistik şehirlerinden biri olmasına rağmen ucuz ve yaşanabilir bir şehir krakow. Market square’in göbeğindeki kafelerde oturup ortalama 4-5 lira karşılığında kahve içebilir, en şık restauranlarda ortalama 10 liraya karnızızı doyurabilirsiniz. Tabi ki ara sokaklarda çok daha ucuz mekanlar bulmak mümkün. Beni şaşırtan nokta ise bu kadar turistik bir şehirde mekan sahiplerinin turistlerin çokluğunu göz önünde bulundurarak fiyatları uçuk seviyelere çekmemeleri. Esnafın da turist kazıklama gibi bir huyu yok. Her ne kadar pazarlığa olumlu yaklaşmasalar da ikna kabiliyetinize kalmış.
Madem ekonomiden giriş yaptık devam edelim, ulaşım da krakow’da gayet ucuz. Türkiyedeki gibi kentkart, akbil, ego tarzı bir sistem yok; hala bilet sistemi var. Mesela tek kullanımlık bilet alabileceğiniz gibi 24 saatlik, 3 günlük, 1 aylık, 3 aylık biletler de mevcut. 1 aylık öğrenci biletini 44 ziloti karşılığında alabilirsiniz. Ayrıca çoğu otobüs durağında (hatta otobüslerin içinde) bilet alma otomatları mevcut. Onun dışında kiosk olarak tabir edilen bayilerden de bilet temin edilebilir. Şehir içinde ulaşım tramvaylarla ve otobüslerle sağlanıyor. Her durakta bir adet şehir haritası, otobüsün/tramvayın saat kaçta geleceği, hangi duraklardan geçtiği/geçeceği gibi çok faydalı bilgiler var. Bu şehirde kaybolmak bir hayli zor. Toplu taşıma araçlarına ise ön kapıdan binip şöföre bilet gösterme prosedürü yok. Araca bindiğiniz zaman biletinizi bir alete okutmak zorundasınız. Okutmadığınız takdirde bilet kontrolcüsüne denk gelirseniz 100 ziloti civarında bir ceza ödemek zorunda kalırınız.
Gece hayatı açısından son derece hareketli bir şehir krakow. ‘’Kitsch’’ şehrin en gözde mekanı, giriş ücretsiz olduğundan özellikle Cumartesi akşamları muazzam ve çok gereksiz bir kalabalık oluyor. Grodzka caddesinin hemen sonunda, market square’in başlangıcında bulunana U Luisa isimli mekan kişisel favorimdir. Carpe Diem II, prozak, diwa alternatif olabilir. Mekanlarda ortalama bira 7-8, vodka meyve suyu 12-14 ziloti civarında. Market squarede o kadar çok disco, bar, pub var ki Cuma-Cumartesi geceleri sabaha karşı 3-4 sularındaki sokaklardaki insan kalabalığını görünce insan saatin 21.00 olduğunu düşünebiliyor.
Çok sayıda şaşalı kilise, müze ve sergilere rastlamak mümkün bu şehirde. Old town olarak adlandırılan ve eski binaların yer aldığı bölgede yürürken kendinizi bir masalın içinde düşünebilirsiniz.
2010 yılının polonya’da chopin yılı olmasından dolayı pek çok klasik müzik konserine düzenleniyor.
Kazimierz ise eski yahudi mahallesi. Bugunlerde bu bölgenin en önemli özelliği, şehrin en güzel ‘’zapiekanka’’ ını yeme imkanınızın olması. Zapiekanka geleneksel polonya yiyeceği, uzunca bir ekmeğin üzerine temel ürünleri olan mantar ve kaşarın yanı sıra çok sayıda sebzeden tavuk ve domuz etine, damak tadına göre pek çok ürün eklenebilen leziz yemek.
Yemekten konu açılmışken domuz eti tam bir problem. Sürpriz yumurtadan çıkar gibi her yemeğin içinden çıkması hiç hoş değil. Bu yüzden domuz eti yemekten kaçınanların çok dikkatli olması gerekiyor. KFC’de bile tavukburgerin içinden bacon çıkması sanırım olayın ciddiyetini açıklamaya yeter. Pizzanın içindeki salam bile domuz ürünü. Her canlı bir gün domuz etini tadacaktır! gibi gayri resmi bir motto var bu ülke mutfağına dair. Kebab çok popüler olmasına rağmen ülkemizdeki lezzetinde değil; içinde bol miktarda sos, sebze vs var. Krakow’da sadece 1 adet burger king olmasına karşın KFC, mc donalds gibi fastfood restauranlarına rastlamak mümkün.
Visla nehri şehrin tam ortasından geçiyor. Nehir üzerinde 30 dakikalık bir tekne turunun bedeli ise 30 ziloti. Biz 4 kişi bindiğimizden kişi başı sadece 7.5 ziloti ödedik.
Papa jean paul II nin polonyalı olmasından mütevellit rahmetlinin her yerde heykelleri, resimleri var. Bir süre sonra bıkkınlık geliyor sürekli papa görmekten.
27 Kasım 2010 Cumartesi
Lehçe ve Dil Kursu
Jagiellonian üniversitesinin düzenlendiği lehçe dil kursuna toplamda 60 kişi kabul edilmişti ve çoğunluğu Almanlar, Fransızlar, İspanyollar ve Türkler oluşturuyordu ki 4 ulustan yaklaşık 40 öğrenci vardı. Lehçe gerçekten öğrenilmesi zor bir dil. İngilizcenin gözünü seveyim. 4 hafta süren dil kursundan pek de bir şey öğrendiğim söylenemez. Aslında her şey çok güzel başlamıştı. İlk derslerde ‘’adın ne, nerelisin, kaç yaşındasın, iyiyim, merhaba, teşekkür ederim, görüşürüz’’ gibi temel kavramları öğrenmenin verdiği gazla dersleri boşlayınca, verilen ödevleri yapmayınca, derslere geç gidip bazılarına ise hiç gitmeyince lehçe öğrenmek iyice zor geldi. Nasıl zor gelmesin ki?! Hırsızın hiç mi suçu yok? Adamların alfabesinde çok enteresan harfler var. Mesela sz yanyana geliyo ‘’ş’’ diye teleffuz ediyorlar, o’nun üstüne bir adet çentik geldiği zaman ‘’u’’ şeklinde okuyorlar (krakow’a krakuv derler mesela) ‘’dz’’ yanyana geldiğinde ‘’c’’ diyorlar. Bazen bir harf yazıyorlar okumuyorlar. Lodz diye bir şehirleri var ‘’vuç’’ diye okuyorlar. Olm manyak mısınız, sevimli misiniz, nesiniz lan? Doğru düzgün telaffuz etsenize. Mesela lehçede ’’ teşekkür ederim’’ ‘’cin kuye’’ şeklinde telaffuz ediyorlar, tamam eyvallah buraya kadar her şey yolunda ama gel gelelim bunu nasıl yazıyorlar?
- dziękuję
Yemin ediyorum gördüğümde şok oldum, birkaç saniye kendime gelemediğimi hatırlamıyorum. Zaten kendim çakmadım durumu arkadaşa sordum sınavdan önce çalışırken, o söyledi anlamını. Pis pis güldü bir de anlamını bilmiyor musun diye.
Bu olay benim için milat olmuştur mesela lehçe öğrenmeyi bırakmak konusunda. Dedim ya kursta birçok değişik milletten öğrenciler vardı diye. Ben de onlardan günlük hayatta işime yarayabilecek temel küfürleri öğrendim. 4 dilde(fransızca, almanca, italyanca, macarca) ‘’siktir git’’ demeyi öğrenmiş olmayı marifet saymıyorum ama biliyorsunuz ki 1 dil 1 insan, 2 dil 2 insan falan filan. Nasıl bağlayım bilemedim.
Tabi kendi dilimi öğretmeyi de ihmal etmedim. Hatta öyle arkadaşlarım vardı ki tarafımdan öğrendikleri Türkçe seviyeleri benim lehçe seviyemden çok daha iyiydi. Pişman değilim. Yine olsa yine öğretirim. Ramazan bayramında annemi aradığım zaman birkaç arkadaşımın da telefon aracılığıyla ona ‘’bayramın mübarek olsun’’ demesi üzerine onlarla gurur duymadım değil. Hatta yine bir akşam toplu olarak mekandan dönerken yolda Fransız arkadaşımın, Alman arkadaşıma ‘’görüşürüz’’ demeyi öğrettiğini gördüğüm zaman alkolün de etkisiyle gözlerimin yaşardığını hatırlarım. yirim sizi.
Lehçe kursu bittikten sonra günlük hayatta lehçe kullanmaya pek de ihtiyacım olmuyor açıkçası. Ya da benim yerel halkla ilişkim çok zayıf. Bilemedim. Aslında krakow’da hiç ihtiyaç duymamıştım zira şehirde ingilizce bilen insan sayısı bir hayli fazla, muhakkak yardımcı oluyorlar ancak bialystok’ta bu oran bir hayli düşük. Bu yüzden bazen sıkıntı çekmiyor değilim. Örneğin tren istasyonlarındaki gişelerden bilet alırken ecel terleri döküyorum resmen. Bir de ne kadar menopoz teyze vara hepsini toplamışlar gişelere...sıfır güleryüzle yapıyorlar işlerini, lehçe bilmediğinizi anladıkları anda azar yemeniz işten bile değil. O yüzden ‘’kendini kurtaracak’’ seviyede lehçe faydalı olacaktır.
Aslında ben de memnun değilim lehçe öğrenememekten. Bazen alışveriş merkezinde pratik yapmaya çalışıyorum ve reyondaki teyzeye ‘’cto to jest’’ (bu nedir) diyorum herhangi bir şeyi işaret ederek o da başlıyor cevap vermeye anlamıyorum. Verdiğim cevap ise genelde şu: ‘’hmm, nie, nie’’. Bu arada ‘’nie’’ hayır demek. ‘’niye’’ şeklinde telaffuz edildiğinden zihinlerde ‘’why not’’ etkisi yaratıyor.
Bazen de yolda adres sormak için lehçe konuşmaya çalışıyorum. ‘’gdzie jest mcdonalds’’ diye soruyorum (mc donalds nerede) ancak karşımdaki yabancı olduğumu anladığından ingilizce cevap vermeye kalkıyor.. be hey dürzü lehçe konuşsana, ana dilinden mi utanıyorsun?!
Lehçe ile ilgili bu kadar olumsuz anılardan sonra bunu söyleyince şaşıracksınız belki ama kurstan geçmeyi başardım(!), hem de C+ ile, üniversitelerdeki karşılığı CB ( 4.00 üzerinden 2.50) Tabiki sınav esnasında sağdan soldan bakarak yardım almak suretiyle! Gurur duyuyor muyum? Tabiki hayır ama olan oldu bir kere :/
Buradan 2 sınavda da çok büyük yardımı dokunan nilgün’e ve final sınavındaki yardımlarından dolayı fransız Manon’a teşekkürlerimi iletiyorum.
- dziękuję
Yemin ediyorum gördüğümde şok oldum, birkaç saniye kendime gelemediğimi hatırlamıyorum. Zaten kendim çakmadım durumu arkadaşa sordum sınavdan önce çalışırken, o söyledi anlamını. Pis pis güldü bir de anlamını bilmiyor musun diye.
Bu olay benim için milat olmuştur mesela lehçe öğrenmeyi bırakmak konusunda. Dedim ya kursta birçok değişik milletten öğrenciler vardı diye. Ben de onlardan günlük hayatta işime yarayabilecek temel küfürleri öğrendim. 4 dilde(fransızca, almanca, italyanca, macarca) ‘’siktir git’’ demeyi öğrenmiş olmayı marifet saymıyorum ama biliyorsunuz ki 1 dil 1 insan, 2 dil 2 insan falan filan. Nasıl bağlayım bilemedim.
Tabi kendi dilimi öğretmeyi de ihmal etmedim. Hatta öyle arkadaşlarım vardı ki tarafımdan öğrendikleri Türkçe seviyeleri benim lehçe seviyemden çok daha iyiydi. Pişman değilim. Yine olsa yine öğretirim. Ramazan bayramında annemi aradığım zaman birkaç arkadaşımın da telefon aracılığıyla ona ‘’bayramın mübarek olsun’’ demesi üzerine onlarla gurur duymadım değil. Hatta yine bir akşam toplu olarak mekandan dönerken yolda Fransız arkadaşımın, Alman arkadaşıma ‘’görüşürüz’’ demeyi öğrettiğini gördüğüm zaman alkolün de etkisiyle gözlerimin yaşardığını hatırlarım. yirim sizi.
Lehçe kursu bittikten sonra günlük hayatta lehçe kullanmaya pek de ihtiyacım olmuyor açıkçası. Ya da benim yerel halkla ilişkim çok zayıf. Bilemedim. Aslında krakow’da hiç ihtiyaç duymamıştım zira şehirde ingilizce bilen insan sayısı bir hayli fazla, muhakkak yardımcı oluyorlar ancak bialystok’ta bu oran bir hayli düşük. Bu yüzden bazen sıkıntı çekmiyor değilim. Örneğin tren istasyonlarındaki gişelerden bilet alırken ecel terleri döküyorum resmen. Bir de ne kadar menopoz teyze vara hepsini toplamışlar gişelere...sıfır güleryüzle yapıyorlar işlerini, lehçe bilmediğinizi anladıkları anda azar yemeniz işten bile değil. O yüzden ‘’kendini kurtaracak’’ seviyede lehçe faydalı olacaktır.
Aslında ben de memnun değilim lehçe öğrenememekten. Bazen alışveriş merkezinde pratik yapmaya çalışıyorum ve reyondaki teyzeye ‘’cto to jest’’ (bu nedir) diyorum herhangi bir şeyi işaret ederek o da başlıyor cevap vermeye anlamıyorum. Verdiğim cevap ise genelde şu: ‘’hmm, nie, nie’’. Bu arada ‘’nie’’ hayır demek. ‘’niye’’ şeklinde telaffuz edildiğinden zihinlerde ‘’why not’’ etkisi yaratıyor.
Bazen de yolda adres sormak için lehçe konuşmaya çalışıyorum. ‘’gdzie jest mcdonalds’’ diye soruyorum (mc donalds nerede) ancak karşımdaki yabancı olduğumu anladığından ingilizce cevap vermeye kalkıyor.. be hey dürzü lehçe konuşsana, ana dilinden mi utanıyorsun?!
Lehçe ile ilgili bu kadar olumsuz anılardan sonra bunu söyleyince şaşıracksınız belki ama kurstan geçmeyi başardım(!), hem de C+ ile, üniversitelerdeki karşılığı CB ( 4.00 üzerinden 2.50) Tabiki sınav esnasında sağdan soldan bakarak yardım almak suretiyle! Gurur duyuyor muyum? Tabiki hayır ama olan oldu bir kere :/
Buradan 2 sınavda da çok büyük yardımı dokunan nilgün’e ve final sınavındaki yardımlarından dolayı fransız Manon’a teşekkürlerimi iletiyorum.
Nihayet Polonya
Selam ciciş...naber?
Unuttum sandın demi? Valla ben yazmasam senin de hiç arayıp soracağın yok! Öldüm mü kaldım mı ne haldeyim diye. Hiç, hiç.... Zaten ben neredeysem yalnızlığın başkenti orası anasını satıyım.(Şair burada yalnızlıktan dem vuruyor) Nicedir yaz(a)mıyorum, blog neredeyse yalan olma aşamasına geldi, farkındayım ama nihayet bugun gönül dostlarıyla buluşuyoruz.(uzun yıllar albüm çıkarmamış ancak daha önce gönüllerde yer edinen halk müziği sanatçısı triplerine bakar mısın?) yazacak o kadar çok şey birikti ki nereden başlasam bilmiyorum. Tersten başlasam ya?! Hani cCc benjamin button reyiz cCc tarzı, daha ilginç olur; ya da Memento stayla. Bu arada, laf aramızda, Memento denen filmi anlamayacağım endişesiyle hala izlemedim. Kime sorsam ‘’yok abi yea, karışık film. Anlamadım, bir kaç kere izlemek lazım’’ şeklinde tepkiler aldım. Hiç sevmem.
Bugun Polonya'ya gelişimin 88. günü. Hey gidi hey. Gece yarısı krakow yağmurları altında uçaktan inişim, 4 hafta boyunca konaklayacağım yurda varışım, soğuk yurt odasına yerleşmem ve yorgunluğum daha dün gibi aklımda. Aklımda olmayan kısım ise ertesi gün, yani 1 eylül itibariyle başlıyor, krakowdaki ilk günümümden 29 eylülde beni krakowdan ayıran 22.00 varşova trenine bindiğim ana kadar...
2010 yılının Eylül ayında krakow’da rüya gibi bir 4 hafta geçirdim. Dedim ya tam olarak hatırlayamıyorum diye. hayır, Hatırlayamamanın sebebi sarhoş olmam değildi. Ve hayır, balık hafızalı falan da değilim. Sadece, günler o kadar erken başlıyor ve yoğun geçiyordu ki çoğu zaman 1 gün içerisinde 2 gün yaşıyor hissine kapılıyordum.E insan günde 4-5 saat uyuyunca gün ışığından daha fazla yararlanıyor haliyle. Örneğin cuma günü yaşadığım bir olayı pazar günü hatırladığımda sanki üzerinden 1 hafta geçmiş gibi geliyordu. Matematikle aramın iyi olmadığını söylemiş miydim?
Lehçe kursu, gece hayatı, hafta sonu gezileri, krakow'un büyüleyici atmosferi, arkadaşlar, dragon, papa, domuz eti derken her güzel şey gibi krakow'da geçirdiğim zaman da sona erdiğinde geriye söylenecek çok fazla söz kalmamıştı.
29 eylül akşamı krakow'dan ayrılırken içimin sızladığını hissediyordum.
Unuttum sandın demi? Valla ben yazmasam senin de hiç arayıp soracağın yok! Öldüm mü kaldım mı ne haldeyim diye. Hiç, hiç.... Zaten ben neredeysem yalnızlığın başkenti orası anasını satıyım.(Şair burada yalnızlıktan dem vuruyor) Nicedir yaz(a)mıyorum, blog neredeyse yalan olma aşamasına geldi, farkındayım ama nihayet bugun gönül dostlarıyla buluşuyoruz.(uzun yıllar albüm çıkarmamış ancak daha önce gönüllerde yer edinen halk müziği sanatçısı triplerine bakar mısın?) yazacak o kadar çok şey birikti ki nereden başlasam bilmiyorum. Tersten başlasam ya?! Hani cCc benjamin button reyiz cCc tarzı, daha ilginç olur; ya da Memento stayla. Bu arada, laf aramızda, Memento denen filmi anlamayacağım endişesiyle hala izlemedim. Kime sorsam ‘’yok abi yea, karışık film. Anlamadım, bir kaç kere izlemek lazım’’ şeklinde tepkiler aldım. Hiç sevmem.
Bugun Polonya'ya gelişimin 88. günü. Hey gidi hey. Gece yarısı krakow yağmurları altında uçaktan inişim, 4 hafta boyunca konaklayacağım yurda varışım, soğuk yurt odasına yerleşmem ve yorgunluğum daha dün gibi aklımda. Aklımda olmayan kısım ise ertesi gün, yani 1 eylül itibariyle başlıyor, krakowdaki ilk günümümden 29 eylülde beni krakowdan ayıran 22.00 varşova trenine bindiğim ana kadar...
2010 yılının Eylül ayında krakow’da rüya gibi bir 4 hafta geçirdim. Dedim ya tam olarak hatırlayamıyorum diye. hayır, Hatırlayamamanın sebebi sarhoş olmam değildi. Ve hayır, balık hafızalı falan da değilim. Sadece, günler o kadar erken başlıyor ve yoğun geçiyordu ki çoğu zaman 1 gün içerisinde 2 gün yaşıyor hissine kapılıyordum.E insan günde 4-5 saat uyuyunca gün ışığından daha fazla yararlanıyor haliyle. Örneğin cuma günü yaşadığım bir olayı pazar günü hatırladığımda sanki üzerinden 1 hafta geçmiş gibi geliyordu. Matematikle aramın iyi olmadığını söylemiş miydim?
Lehçe kursu, gece hayatı, hafta sonu gezileri, krakow'un büyüleyici atmosferi, arkadaşlar, dragon, papa, domuz eti derken her güzel şey gibi krakow'da geçirdiğim zaman da sona erdiğinde geriye söylenecek çok fazla söz kalmamıştı.
29 eylül akşamı krakow'dan ayrılırken içimin sızladığını hissediyordum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)