27 Kasım 2010 Cumartesi

Krakow izlenimleri: Dragon, Papa ve Domuz eti

Efsaneye göre yüzyıllar önce şehirde bir dragon halkı canından bezdirmiş, özellikle genç ve bakire kızları kendine kurban olarak seçen dragonu öldürmek adına şehrin delikanlıları büyük mücadele vermelerine rağmen başarılı olamamışlar ancak bir gün Krak isimli bir yiğit çıkıp dragonu öldürmeyi başarmış. Şehri böyle büyük bir beladan kurtardığı için de şehre kendisinin ismini vermişler.

Hikaye her ne kadar kulağa pek inandırıcı gelmese de, dragon hala şehrin simgesi. Royal Wawel Castle önünde kocaman bir dragon heykeli var, heykel demek doğru olmaz aslında çünkü belirli zaman aralıklarında bir düzenek yardımıyla ağzından ateş çıkarıyor. Hediyelik eşya satan birçok dükkanda da dragon temalı ürünlere rastlamak mümkün. Krakowdan ayrılmadan önce aldığım birçok hediyelik eşyamı süsler söz konusu dragon. Yesinler! Sempatik şey seni.

Avrupa’nın önde gelen turistik şehirlerinden biri olmasına rağmen ucuz ve yaşanabilir bir şehir krakow. Market square’in göbeğindeki kafelerde oturup ortalama 4-5 lira karşılığında kahve içebilir, en şık restauranlarda ortalama 10 liraya karnızızı doyurabilirsiniz. Tabi ki ara sokaklarda çok daha ucuz mekanlar bulmak mümkün. Beni şaşırtan nokta ise bu kadar turistik bir şehirde mekan sahiplerinin turistlerin çokluğunu göz önünde bulundurarak fiyatları uçuk seviyelere çekmemeleri. Esnafın da turist kazıklama gibi bir huyu yok. Her ne kadar pazarlığa olumlu yaklaşmasalar da ikna kabiliyetinize kalmış.

Madem ekonomiden giriş yaptık devam edelim, ulaşım da krakow’da gayet ucuz. Türkiyedeki gibi kentkart, akbil, ego tarzı bir sistem yok; hala bilet sistemi var. Mesela tek kullanımlık bilet alabileceğiniz gibi 24 saatlik, 3 günlük, 1 aylık, 3 aylık biletler de mevcut. 1 aylık öğrenci biletini 44 ziloti karşılığında alabilirsiniz. Ayrıca çoğu otobüs durağında (hatta otobüslerin içinde) bilet alma otomatları mevcut. Onun dışında kiosk olarak tabir edilen bayilerden de bilet temin edilebilir. Şehir içinde ulaşım tramvaylarla ve otobüslerle sağlanıyor. Her durakta bir adet şehir haritası, otobüsün/tramvayın saat kaçta geleceği, hangi duraklardan geçtiği/geçeceği gibi çok faydalı bilgiler var. Bu şehirde kaybolmak bir hayli zor. Toplu taşıma araçlarına ise ön kapıdan binip şöföre bilet gösterme prosedürü yok. Araca bindiğiniz zaman biletinizi bir alete okutmak zorundasınız. Okutmadığınız takdirde bilet kontrolcüsüne denk gelirseniz 100 ziloti civarında bir ceza ödemek zorunda kalırınız.

Gece hayatı açısından son derece hareketli bir şehir krakow. ‘’Kitsch’’ şehrin en gözde mekanı, giriş ücretsiz olduğundan özellikle Cumartesi akşamları muazzam ve çok gereksiz bir kalabalık oluyor. Grodzka caddesinin hemen sonunda, market square’in başlangıcında bulunana U Luisa isimli mekan kişisel favorimdir. Carpe Diem II, prozak, diwa alternatif olabilir. Mekanlarda ortalama bira 7-8, vodka meyve suyu 12-14 ziloti civarında. Market squarede o kadar çok disco, bar, pub var ki Cuma-Cumartesi geceleri sabaha karşı 3-4 sularındaki sokaklardaki insan kalabalığını görünce insan saatin 21.00 olduğunu düşünebiliyor.

Çok sayıda şaşalı kilise, müze ve sergilere rastlamak mümkün bu şehirde. Old town olarak adlandırılan ve eski binaların yer aldığı bölgede yürürken kendinizi bir masalın içinde düşünebilirsiniz.

2010 yılının polonya’da chopin yılı olmasından dolayı pek çok klasik müzik konserine düzenleniyor.

Kazimierz ise eski yahudi mahallesi. Bugunlerde bu bölgenin en önemli özelliği, şehrin en güzel ‘’zapiekanka’’ ını yeme imkanınızın olması. Zapiekanka geleneksel polonya yiyeceği, uzunca bir ekmeğin üzerine temel ürünleri olan mantar ve kaşarın yanı sıra çok sayıda sebzeden tavuk ve domuz etine, damak tadına göre pek çok ürün eklenebilen leziz yemek.

Yemekten konu açılmışken domuz eti tam bir problem. Sürpriz yumurtadan çıkar gibi her yemeğin içinden çıkması hiç hoş değil. Bu yüzden domuz eti yemekten kaçınanların çok dikkatli olması gerekiyor. KFC’de bile tavukburgerin içinden bacon çıkması sanırım olayın ciddiyetini açıklamaya yeter. Pizzanın içindeki salam bile domuz ürünü. Her canlı bir gün domuz etini tadacaktır! gibi gayri resmi bir motto var bu ülke mutfağına dair. Kebab çok popüler olmasına rağmen ülkemizdeki lezzetinde değil; içinde bol miktarda sos, sebze vs var. Krakow’da sadece 1 adet burger king olmasına karşın KFC, mc donalds gibi fastfood restauranlarına rastlamak mümkün.

Visla nehri şehrin tam ortasından geçiyor. Nehir üzerinde 30 dakikalık bir tekne turunun bedeli ise 30 ziloti. Biz 4 kişi bindiğimizden kişi başı sadece 7.5 ziloti ödedik.

Papa jean paul II nin polonyalı olmasından mütevellit rahmetlinin her yerde heykelleri, resimleri var. Bir süre sonra bıkkınlık geliyor sürekli papa görmekten.

Lehçe ve Dil Kursu

Jagiellonian üniversitesinin düzenlendiği lehçe dil kursuna toplamda 60 kişi kabul edilmişti ve çoğunluğu Almanlar, Fransızlar, İspanyollar ve Türkler oluşturuyordu ki 4 ulustan yaklaşık 40 öğrenci vardı. Lehçe gerçekten öğrenilmesi zor bir dil. İngilizcenin gözünü seveyim. 4 hafta süren dil kursundan pek de bir şey öğrendiğim söylenemez. Aslında her şey çok güzel başlamıştı. İlk derslerde ‘’adın ne, nerelisin, kaç yaşındasın, iyiyim, merhaba, teşekkür ederim, görüşürüz’’ gibi temel kavramları öğrenmenin verdiği gazla dersleri boşlayınca, verilen ödevleri yapmayınca, derslere geç gidip bazılarına ise hiç gitmeyince lehçe öğrenmek iyice zor geldi. Nasıl zor gelmesin ki?! Hırsızın hiç mi suçu yok? Adamların alfabesinde çok enteresan harfler var. Mesela sz yanyana geliyo ‘’ş’’ diye teleffuz ediyorlar, o’nun üstüne bir adet çentik geldiği zaman ‘’u’’ şeklinde okuyorlar (krakow’a krakuv derler mesela) ‘’dz’’ yanyana geldiğinde ‘’c’’ diyorlar. Bazen bir harf yazıyorlar okumuyorlar. Lodz diye bir şehirleri var ‘’vuç’’ diye okuyorlar. Olm manyak mısınız, sevimli misiniz, nesiniz lan? Doğru düzgün telaffuz etsenize. Mesela lehçede ’’ teşekkür ederim’’ ‘’cin kuye’’ şeklinde telaffuz ediyorlar, tamam eyvallah buraya kadar her şey yolunda ama gel gelelim bunu nasıl yazıyorlar?

- dziękuję

Yemin ediyorum gördüğümde şok oldum, birkaç saniye kendime gelemediğimi hatırlamıyorum. Zaten kendim çakmadım durumu arkadaşa sordum sınavdan önce çalışırken, o söyledi anlamını. Pis pis güldü bir de anlamını bilmiyor musun diye.
Bu olay benim için milat olmuştur mesela lehçe öğrenmeyi bırakmak konusunda. Dedim ya kursta birçok değişik milletten öğrenciler vardı diye. Ben de onlardan günlük hayatta işime yarayabilecek temel küfürleri öğrendim. 4 dilde(fransızca, almanca, italyanca, macarca) ‘’siktir git’’ demeyi öğrenmiş olmayı marifet saymıyorum ama biliyorsunuz ki 1 dil 1 insan, 2 dil 2 insan falan filan. Nasıl bağlayım bilemedim.

Tabi kendi dilimi öğretmeyi de ihmal etmedim. Hatta öyle arkadaşlarım vardı ki tarafımdan öğrendikleri Türkçe seviyeleri benim lehçe seviyemden çok daha iyiydi. Pişman değilim. Yine olsa yine öğretirim. Ramazan bayramında annemi aradığım zaman birkaç arkadaşımın da telefon aracılığıyla ona ‘’bayramın mübarek olsun’’ demesi üzerine onlarla gurur duymadım değil. Hatta yine bir akşam toplu olarak mekandan dönerken yolda Fransız arkadaşımın, Alman arkadaşıma ‘’görüşürüz’’ demeyi öğrettiğini gördüğüm zaman alkolün de etkisiyle gözlerimin yaşardığını hatırlarım. yirim sizi.

Lehçe kursu bittikten sonra günlük hayatta lehçe kullanmaya pek de ihtiyacım olmuyor açıkçası. Ya da benim yerel halkla ilişkim çok zayıf. Bilemedim. Aslında krakow’da hiç ihtiyaç duymamıştım zira şehirde ingilizce bilen insan sayısı bir hayli fazla, muhakkak yardımcı oluyorlar ancak bialystok’ta bu oran bir hayli düşük. Bu yüzden bazen sıkıntı çekmiyor değilim. Örneğin tren istasyonlarındaki gişelerden bilet alırken ecel terleri döküyorum resmen. Bir de ne kadar menopoz teyze vara hepsini toplamışlar gişelere...sıfır güleryüzle yapıyorlar işlerini, lehçe bilmediğinizi anladıkları anda azar yemeniz işten bile değil. O yüzden ‘’kendini kurtaracak’’ seviyede lehçe faydalı olacaktır.

Aslında ben de memnun değilim lehçe öğrenememekten. Bazen alışveriş merkezinde pratik yapmaya çalışıyorum ve reyondaki teyzeye ‘’cto to jest’’ (bu nedir) diyorum herhangi bir şeyi işaret ederek o da başlıyor cevap vermeye anlamıyorum. Verdiğim cevap ise genelde şu: ‘’hmm, nie, nie’’. Bu arada ‘’nie’’ hayır demek. ‘’niye’’ şeklinde telaffuz edildiğinden zihinlerde ‘’why not’’ etkisi yaratıyor.
Bazen de yolda adres sormak için lehçe konuşmaya çalışıyorum. ‘’gdzie jest mcdonalds’’ diye soruyorum (mc donalds nerede) ancak karşımdaki yabancı olduğumu anladığından ingilizce cevap vermeye kalkıyor.. be hey dürzü lehçe konuşsana, ana dilinden mi utanıyorsun?!

Lehçe ile ilgili bu kadar olumsuz anılardan sonra bunu söyleyince şaşıracksınız belki ama kurstan geçmeyi başardım(!), hem de C+ ile, üniversitelerdeki karşılığı CB ( 4.00 üzerinden 2.50) Tabiki sınav esnasında sağdan soldan bakarak yardım almak suretiyle! Gurur duyuyor muyum? Tabiki hayır ama olan oldu bir kere :/
Buradan 2 sınavda da çok büyük yardımı dokunan nilgün’e ve final sınavındaki yardımlarından dolayı fransız Manon’a teşekkürlerimi iletiyorum.

Nihayet Polonya

Selam ciciş...naber?

Unuttum sandın demi? Valla ben yazmasam senin de hiç arayıp soracağın yok! Öldüm mü kaldım mı ne haldeyim diye. Hiç, hiç.... Zaten ben neredeysem yalnızlığın başkenti orası anasını satıyım.(Şair burada yalnızlıktan dem vuruyor) Nicedir yaz(a)mıyorum, blog neredeyse yalan olma aşamasına geldi, farkındayım ama nihayet bugun gönül dostlarıyla buluşuyoruz.(uzun yıllar albüm çıkarmamış ancak daha önce gönüllerde yer edinen halk müziği sanatçısı triplerine bakar mısın?) yazacak o kadar çok şey birikti ki nereden başlasam bilmiyorum. Tersten başlasam ya?! Hani cCc benjamin button reyiz cCc tarzı, daha ilginç olur; ya da Memento stayla. Bu arada, laf aramızda, Memento denen filmi anlamayacağım endişesiyle hala izlemedim. Kime sorsam ‘’yok abi yea, karışık film. Anlamadım, bir kaç kere izlemek lazım’’ şeklinde tepkiler aldım. Hiç sevmem.

Bugun Polonya'ya gelişimin 88. günü. Hey gidi hey. Gece yarısı krakow yağmurları altında uçaktan inişim, 4 hafta boyunca konaklayacağım yurda varışım, soğuk yurt odasına yerleşmem ve yorgunluğum daha dün gibi aklımda. Aklımda olmayan kısım ise ertesi gün, yani 1 eylül itibariyle başlıyor, krakowdaki ilk günümümden 29 eylülde beni krakowdan ayıran 22.00 varşova trenine bindiğim ana kadar...

2010 yılının Eylül ayında krakow’da rüya gibi bir 4 hafta geçirdim. Dedim ya tam olarak hatırlayamıyorum diye. hayır, Hatırlayamamanın sebebi sarhoş olmam değildi. Ve hayır, balık hafızalı falan da değilim. Sadece, günler o kadar erken başlıyor ve yoğun geçiyordu ki çoğu zaman 1 gün içerisinde 2 gün yaşıyor hissine kapılıyordum.E insan günde 4-5 saat uyuyunca gün ışığından daha fazla yararlanıyor haliyle. Örneğin cuma günü yaşadığım bir olayı pazar günü hatırladığımda sanki üzerinden 1 hafta geçmiş gibi geliyordu. Matematikle aramın iyi olmadığını söylemiş miydim?

Lehçe kursu, gece hayatı, hafta sonu gezileri, krakow'un büyüleyici atmosferi, arkadaşlar, dragon, papa, domuz eti derken her güzel şey gibi krakow'da geçirdiğim zaman da sona erdiğinde geriye söylenecek çok fazla söz kalmamıştı.

29 eylül akşamı krakow'dan ayrılırken içimin sızladığını hissediyordum.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

İzmir'e veda...


I'm a poor lonesome cowboy
I've a long long way from home
and this poor lonesome cowboy
has got a long long way to home

over mountains and over prairies
from dawn 'til day is done
my horse and me keep riding
into this settin' sun

i'm a poor lonesome cowboy
but it doesn't bother me
'cause this poor lonesome cowboy
prefers a horse for company

bot nothing against women
but i wave them all goodbye
my horse and me keep riding
we don't like being tied

lonesome cowboy
you've a long long way to go...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Yolculuk Planı

Vay arkadaş!

Önümüzdeki hafta bu dakikalarda krakow'da olacağıma inanamıyorum! Peh! Lafa bak.. İnanamıyormuşum. Sanırsın aya giden ilk Turko; hayallam. İnanamıyorum demiyim o zaman da hani şey; siz Türkler nasıl diyor... Bir laubalilik, vurdum duymazlık, efendime söyleyim adam sendecilik halet-i ruhiye içerisindeyim. Heyecanlı olduğum söylenemez, neden bilmiyorum. Sanırım uçaktan indiğim anda olayın ciddiyetinin farkına varacağım. O zaman da iş işten geçmiş olacak. Ya geri dönmek istersem?! Ya bir şey unutursam evde? lan?! Orada da ''kendini de unutsaydın ya evladım'' diyen biri çıkar mı acaba?

31 Ağustos 2010 tarihini bir kenara not alın.

tarihte bugun: mertillo yurt dışına çıktı.

Polonya'ya gideceğim belli olduktan sonra hemen gidiş planları başladı tabi. Önce interrail yoluyla kaçma planları yapıldıysa da Bulgaristan şengen ülkelerine dahil olmadığı için oradan geçmek sorun yaratıyordu bu yüzden trenle yolculuk hayalleri suya düştü. İkinci plan ise Berlin üzerinden Polonya'ya trenle gitmekti ki bu da son derece riskli bir plandı zira vizenizi Polonya konsolosluğundan aldığınız için önce Polonya topraklarına ayak basıp yeri öpmeniz gerekiyor, adettenmiş. Gerçi bugune kadar Almanya üzerinden giriş yapanlar yok değil. O günkü pasaport kontrolüne bakıyor bu sanırım, polis aksi biri çıkarsa doğruca nezarethaneye götürülme riski de yok değil hani. uyarmadı demeyin. Sonra vay efendim ben duymadım, işitmedim olmasın. Use at on your own risk. İkinci plan da yattıktan sonra en garanti ve en pahalı yolda karar kılıp uçak biletimi aldım.

İstanbul'dan Varşova aktarmalı Krakow'a giden Polonya hava yollarına (LOT) ait uçağım 17.30da hareket edecek ancak gün benim için çok daha erken başlayacak. İzmir'den herhangi bir aktarma olanağı bulunmadığı için aynı gün 08.45 uçağına bilet aldım. 10.00 sularından 17.30a kadar tek başıma ne yapacağımı düşünüp dururken neyse ki benimle beraber aynı okulda erasmus yapacak ancak EILC için Varşova'dan trenle Lublin şehrine gidecek olan Songül, Canan ve Tugay'ın da aynı gün ve saate bilet almalarıyla içimdeki sıkıntı eridi; hatta Songül ile beraber sabah Atlasjet uçağıyla İzmir'den beraber geliyoruz! Uçağa ilk kez binmenin vereceği gerginliği tek başıma yaşamamam güzel.

17.30da uçak havalandıktan sonra, bir aksilik yaşanmazsa, 19.00 sularında başkente ineceğim. Akabinde ise yaklaşık üç buçuk saat beklemek zorundayım Krakow'a aktarmalı uçaçağım için. 22.45te ise Krakow uçağı kalkıyor. yine bir akslik çıkmazsa 23.40ta iniş. Dertler derya olmuş, gün bununla bitmiyor. indiğimde saat gece yarısını bulacağı için yurda ulaşım problem olucak. elimde 3 seçenek var.

1- 00.56da kalkan otobüse binip aktarma yapmak ki ineceğim yerde diğer otobüsü yaklaşık 40 dk beklemem gerekiyor. Diyelim bindim, indikten sonra yine yurda 10 dakika kadar yürümem gerekiyor elde bavullar hıldır hıldır. Hiç çekemem.

2- 05.00te kalkacak olan 208 nolu otobüs ki bu yurdun içine kadar giriyor, lobide bırakıyormuş hatta.

3- Taksi!

yukarıdakilerden hangisi yurda ulaşmak adına daha mantıklıdır?

A-1 B-2 C-3 D- ben bilmem beyim bilir

ne? C-3 mü?

Doğru seçenek: E-hiçbiri olacaktı. Bloguma erişim hakkını kaybettiniz. Seneye tekrar deneyiniz.

Yanıltmacalı soru üstat. Alengirli böyle, korkucaksın bu tip sorulardan. Edindiğim bilgilere göre havaalanından yurda taksi ücreti yaklaşık 80 ziloti değerinde ki bu da Türk parası ile yaklaşık 45 tl gibi bir rakama denk geliyor. Tut ki şöför kötü niyetli çıktı; turist ayağına gece karanlığında dolaştırdı beni Krakow sokaklarında. etti mi sana 100 ziloti!? Hani polonya ucuzdu? Hani marjinal bizdik?! 80 ziloti, en iyi ihtimalle bir de ha, taksi ücreti mi olur lan? Hangi devirde yaşıyoruz. Mecburen taksiyle kaçarım gibi duruyor ama bakalım son dakika sürprizi yaparım belki.

Polonyalı taksiciler akıllı olsun.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Polonya vizesi

Polonya vize verme konusunda sıkıntı yaratmayan bir ülke. Ankara ve İstanbul'da olmak üzere 2 adet Polonya konsolosluğu bulunuyor. Vize için istenen belgeler ise, gideceğiniz üniversiteden gelen kabul mektubu, eğer dil kursuna katılacaksanız yine kurumdan gelen kabul mektubu, bursa'dan gelen gol haberi ?!!, öğrenci belgesi, okulunuzdan erasmus öğrenci değişim programı ile gideceğinize dair resmi belge, 1 adet fotoğraf, pasaport ve fotokopisi, 30000 euro teminatlı sigorta. Ayrıca konsolosluğun sitesinde yer alan formunda doldurulması gerekiyor. İnternet adresleri;

istanbul: http://www.stambulkg.polemb.net/index.php?document=48
ankara: http://www.ankara.polemb.net/index.php?document=26

adres, telefon vs detayları internet sitesinden bulabilirsiniz.

Belgelerinizi eksiksiz teslim ettikten sonra maksimum 5 iş günü içerisinde vizeniz hazır.

Aramızda kalsın da, İstanbul konsolosluğu biraz kıl. Örneğin; Ankara, EILCden gelen kabul mailinin çıktısını kabul ederken, İstanbul bu konuda daha titiz (!),belgenin orijinalini istiyorlar. Ankara konsolosluğuna vize başvurusu yaparken bizzat gitmenize gerek yok. Eğer arkadaş, akraba vs tanıdık varsa sizin adınıza başvurabiliyor, tabii önce belgelerinizi kargo ile vize başvurusu yapacak kişiye göndermeniz gerekiyor. Posta ile başvuruyu kabul etmiyolar ancak vizeniz çıktığı zaman kargo ile evinize gönderiliyor. Ne tatlı hizmet...ÇGH! İstanbul öyle mi??! Bir kere kendiniz başvurmuyorsanız yakınınıza vekalet vermeniz gerekiyor. Ayrıca vize çıktıktan sonra eve kargo ile gönderme gibi bir hizmetleri de yok.

Ankara konsolusluğuna sevgilerle... XOXO

17 Temmuz 2010 Cumartesi

EILC Krakow!

EYDK olarak da bilinen Erasmus Yoğunlaştırılmış Dil Kursları öğrenim göreceğiniz üniversitenin akademik yılı başlamadan yaklaşık bir ay önce düzenlenen ve söz konusu ülkeye giden öğrencilere yerel dili ''kendini kurtaracak'' (!) seviyede 1 ay süresince öğretmeyi, ülkenin kültürüne ve tarihine dair bilgi vermeyi amaçlar. Ayrıca çeşitli aktiviteler, şehir turları vs ile de öğrencilerin gönlü hoş tutulur. Bu kurslar her üniversitede düzenlenmemekte olup, sadece bazı seçilen bazı üniversitelerde açılır. Gideceğiniz üniversitede dil kursunun açılmaması dil kurslarına katılmaya engel teşkil etmez. EILC erasmus sürecine ve Ulusal Ajans tarafından hibeye dahil olduğundan kurs boyunca sadece kalacağınız yurda para ödersiniz.(bu arada Ulusal Ajans dediğimiz oluşum erasmus hibe miktarlarını hesaplayan, üniversitelere gönderen kurumdur.)

2010-2011 yılında Polonya’da Lehçe kursu verecek üniversitelerin bulunduğu şehirler arasında Krakow, Varşova, Poznan, Lodz, Katowice, Lublin, Gdansk, Olzstyn ve Nowy Sacz( kulağa Latin Amerika ülkelerinde bir şehir gibi geliyor) vardı. EILC başvuruları erasmus başvurularından bağımsız olarak yapılıyor. İnternet üzerinden yapılan mini kayıdın yanı sıra, başvuru formunda dil kursu düzenleyen üniversitelerden tercih sırasına göre 2 tane seçmeniz isteniyor. Bir de ''accept any university'' gibi bir seçenek var. Hani olur da istediğiniz iki üniversite de çıkmazsa boş kontenjanı kalan, az popüler üniversitelere yamanmanız adına. Ha derseniz ki benim için hava hoş, yeter ki dil öğrenelim, söz konusu seçeneği işaretlemekte fayda var. Bir dil bir insan, 2 dil insansa n sonsuza giderken 3 dil kaç insandır?

Sıra geldi en can alıcı soruya...Peki değerlendirme kime göre neye göre yapılıyor? Malum, çoğu erasmus öğrencisi dil kurslarına katılmak istiyor ancak sınırlı sayıda kontenjan yüzünden büyük bir kısmı erasmus hayatlarına yerel dili öğrenemeden başlamak zorunda kalıyor. Başvuru formuna fotoğraf yapıştırınca, gerçi yapıştırmak da neymiş 21. Yüzyılda allasen? Tarayıcı ile bir adet vesikalık fotoğrafımızı( dijital fotoğraf makinamızı havaya kaldırmak suretiyle 70 derece açıyla tutup çekilen ergen fotoğrafları kabul edilmiyor bilginiz olsun) tarattıktan sonra bilgisayar üzerinden dolduruğumuz başvuru formuna yerleştiriyoruz. Hah, işte işin içine fotoğraf girince dedim bunlar kara kaş/göz kriterine göre seçim yapacak, değilmiş meğersem. '' Niçin Lehçe öğrenmek istiyorsunuz'' diye bir soru var. İşte bu çok önemli; sorulan soruya vereceğiniz cevap ne kadar tatmin edici olursa EILC bünyesinde yer bulma ihtimaliniz o kadar artıyor. Dürüst olmayın sakın. Doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu iddiası hala geçerliliğini korurken '' ortam yapmaya geliyorum. Değişik bir şehir göreyim, yeni arkadaşlar edineyim.'' gibi masumane bir cevap kabul görmeyecektir.''Uzunca bir süre ülkenizde misafir öğrenci olarak öğrenim göreceğim bu yüzden az da olsa dilinizi öğrenmek istiyorum. Özellikle günlük hayatta ingilizce bilmeyen insanlarla iletişim kurmak bu sayede daha kolaylaşır, hayat bayram olur'' gibi klişe bir cevabı kelime oyunlarınla dallandırıp budaklandırmanız sizin yararınıza.

Tercih edebilceğim şehirler arasında Krakow’u görünce hiç tereddüt etmeden gözü kapalı işaretledim. Sonra baktım Krakow yerine Katowice yazmışım, düzelttim tabi hemen. Heyecanlanmaya gerek yok; gözü kapalı tercih yapmayın. İkinci terhicim konusunda Varşova ile Poznan arasında gitsem de Varşova’yı illa ki görürdüm, başkent sonuçta, bu yüzden yine gezilesi bir öğrenci şehri olan Poznan’ı tercih ettim. Yaklaşık 1 ay sonra gelen maille 1364 yılında kurulan, Polonya’nın en eski, Avrupa’nın en eski 2. üniversitesi olan Jagiellonian Üniversitesi’ne gitmeye hak kazandığımı öğrendim. Bu da yurtdışı maceramın beklediğimden 1 ay erken başlaması demekti.

EILC konusunda daha detaylı bilgi için,

http://erasmus.org.pl/index.php/ida/8/
http://www.ua.gov.tr/index.cfm?action=de...N=31093041

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Erasmus dil sınavı ve mülakatı

Ege üniversitesi’nde ziraat fakültesi dersliklerinde yapılan erasmus dil sınavı 10 puanlık listening, 30 puanlık gramer, 40 puanlık reading ve 20 puanlık writing bölümlerinden oluşuyor. Her ne kadar sınavdan yaklaşık 2 hafta öncesine kadar hep gramer kitaplarına bir göz atmayı istediysem de pek başarılı olduğum söylenemez; halbuse sınava çalışmak için önümde koca bir yarı yıl tatili vardı. İngilizce altyapıma olan güvenim beni yapacağım çalışmalardan alıkoydu. Hazırlık sınıfını da yata yata geçtiğimden bu sınava da çalışmadan yüksek bir not almanın hesaplarını yapıyordum. Bu kadar özgüven başa bela olabilirdi ancak söz konusu ingilizce olduğundan şans yanımdaydı. Sınavdan girmeden 90 puan ve üstü almayı planlıyordum. Bu yüzden sorularla yüzleşince bir hayli gerildim zira önceden kendime gayet yüksek bir baraj belirlemiştim ve en ufak bir dikkatsizlik sonucu yalnışlar arka arkaya gelebilirdi. Her zamanki gibi gramer sorularıyla başladım tek seferde 30 sorudan hemen hepsini tanesini işaretledikten sonra emin olamadığım birkaç sorunun yanına daha sonra dönmek üzere soru işareti koydum. Beklediğim gibi gramer kısmında zorlanmamıştım. Soruların çoğunluğunu zamanlar oluşturuyor. Eğer simple past, past perfect, present perfect continuous gibi zamanlarla problemeniz varsa sınava girmeden önce konulara göz geçirmekte fayda var. Ayrıca internet üzerinden bulabileceğiniz online testleri de çözmeniz sınav öncesi eksiklerinizi görmenizi sağlayacaktır. Reading kısmı beklediğimden daha zorlayıcıydı. Verilen uzun metinler, başı sonu belli olmayan cümleler zor anlar yaşattı sınavda. Reading kısmında başarılı olmanın yolu verilen metnin tamamını okumaktan geçiyor. Vay efendim ben sadece soruda istenen kısmı bulurum demeyin zira bu sizin için hem zaman kaybı yaratacak, hem de metnin genelini anlamadığınız için yanlış cevaplar vermenize yol açacaktır. Soruların birçoğunu emin olmamakla beraber işaretledikten sonra writing kısmında erasmusun son yıllarda gençler arasında niçin bu kadar popüler olduğu sorusuna komposizyonda cevap vermem gerkiyordu. Daha önce başvuru formunda erasmusa niçin katılmak istediğime dair bir soruya cevap verdiğim için fazla zorlanmadım bu bölümde; 3 paragrafla komposizyonu tamamlayıp yazımı bitirdim. Önemli bir tavsiye, komposizyonunuza başlık atmayı unutmayın. ben unuttum mesela, arkadaş sordu ertesi gün de o zaman hatırladım. O da atmamış. Birkaç gün sonra sınadan 90 aldığımı öğrendiğimde erasmusa gitmem hemen hemen kesinleşmişti. Geriye sadece mülakat kalmıştı.
Genel değelendirme yapılırken ingilizce sınavı ve mülatın yüzde 25i, not ortalamasının ise yüzde 50si alınıyor, dil sınavında ise 60 puan sınırını geçemeyenler mülakata alınmıyor. Ne acı. Zaten 61 alsa gitme ihtimali yine yok denecek kadar az, en azından önümüzdeki sene mülakatlarda heyecan yapmaması adına bu sene o atmosferi yaşamasına izin vermeliydiniz 60 alamayan öğrenciye. Hüzünlendim. Ege üniversitesi’nin erasmus dil sınavı soruları internette bulunmuyor ancak aşağıdaki linkte birçok üniversitenin soru örneklerine ulaşabilirsiniz, göz atmakta fayda var. Haydi bakalım. http://www.erasmusum.com/showthread.php?tid=1269

Uluslararası ilişkiler bölümünden 80 öğrencinin katılacağı mülakat ise ingilizce sınavından 5 gün sonraydı. ingilizce sınavından 90 almanın verdiği rahatlıkla girdiğim mülakatta karşımda güler yüzlü bir ingilizce hocası ve fakülteden aşina olduğum diğer akademisyenler vardı. Güler yüzlü ingilizce hocası ''how are you'' gibi klişe bir soru cümlesi ile başladı mülakata, ben de klişeye klişeyle karşılık vermemek adına ''fine thanks, and you?'' demedim. Biraz gergin olduğumu(yalan), bu yüzden yapabileceğim gramer hatalarından dolayı özür dilereyerek başladım sözlerime. Daha sonra kendimi 3 kelime ile özetlememi istedi benden. Böyle bir soru beklemediğimden hemen aklıma gelen üç sıfat sıralayıverdim. Akabinde güler yüzlü ingilizce hocası okuduğum son kitaptan, sevdiğim filmlerden, müzisyenlerden bahsetmemi isteyince aldım sazı elime. Sözlerim bitirdikten sonra diğer hoca başvuru formunda yer alan niçin erasmusa katılmak istiyorsunuz sorusuna verdiğim ''ülkemi, kültürümü doğru bir biçimde tanıtmak istiyorum'' şeklinde verdiğim cevabı baz alarak bunu nasıl gerçekleştireceğimi sordu. Bu kısımda biraz takılsam da verdiğim cevap yeterli olacaktı ki erasmus bölüm kordinatörümü tamam yeterli diyerek mülakatı bitirdi. Odadan çıkmadan da ilk tercih olarak nereyi istediğimi sordu. Bu iyiye işaretti. Prag dedim hemen ancak sonradan öğrendim ki tercih yapan 80 kişiden 56sı prag yazmış.

Mülakatlar belki de başvuru sürecinin en can sıkıcı kısmı gibi gözüküyor zira birçok kişi ingilizceyi gramer olarak kavrasa da günlük hayatta pratik yapma şansları olmadığı için konuşamamaktan şikayetçiler ki bu son derece normal. Panik yapmadan yavaş yavaş da olsa derdinizi anlatabilmek hiç konuşamamaktan daha iyidir. Aksilik çıkabilecek bir diğer nokta ise mülaktta sorulacak sorular hakkında bilgi sahibi olmamanız. Örneğin, AB-Türkiye ilişkileri, Ermeni sorunu, Kıbrıs gibi güncel konularda gelebilecek soruların sizi zor durumda bırakması halinde bu konu hakkında bilginiz olmadığını ancak sorulacak başka bir soruya cevap vermeye çalışacağınız söylemeniz bir eksi puan değildir çünkü mülakat bilgi yarışması olmamakla birlikte önemli olan günlük ingilizceyi ne derece konuşabildiğiniz, kendinizi nasıl ifade edebildiğinizdir.

Mülakatlardan bir hafta sonra kadar sonuçlar açıklandığında 3. ve son tercihim olan Polonya'ya gidiyordum.

26 Haziran 2010 Cumartesi

Neden Polonya?

Eğri oturup doğru konuşalım. Bazen atasözlerimiz verilmek istenen mesajı vurgulamak adına mecazın sınırlarını zorlayabiliyor. Doğru konuşmak adına eğri oturup vucudu sağlıksız bir durumda bırakmak ne derece mantıklı tartışılır. Tercih meselesi, saygı duyarım. Polonya’nın her üniversiteli gencin hayalini süsleyen bir erasmus ülkesi olduğunu söylemek zor. Zaten Türk insanının Polonya’ya bakış açısı da nötrdür belki. Hani Güney Kore dendiğinde ‘’ valla abicim Türkleri bir tek onlar seviyo yea’’ gibi bir olumlu bir cümle duyamazsınız belki ama Fransa’dan konu açıldığında ‘’dallama bunlar abicim, bizim ne yanlışımızı gördüler de AB üyeliğimize taş koyuyorlar. Cık cık cık’’ gibi de her an küfür yemeye müsait bir ülke de değildir. Ancak bu nötrlükten kaynaklı Polonya’nın ülkemiz sınırları dahilinde esamesinin okunmamasının da yadırganmaması gerekir. Kimse çıkıp da Lehçe öğrenmek istemez örneğin, öğrenilmesi en zor dillerden kabul edilir. Çok sayıda sessiz harfin yanyana gelmesiyle oluşan kelimeleri telaffuz edeyim derken insanlıktan çıkarsınız. Hadi öğrendin diyelim, uluslararası geçerliliği yok. Lehçe bilen elemana olan talep miktarı son derece az, hatta miktar bile değil. Her futbolseverin avrupada favori takımı olur mutlaka; kimisi Almanya’dan St Pauli'yi destekler, İtalya'nın iki köklü takımı olan Lazio ve Roma'nın destekçileri İstanbul BB spor taraftarlarından daha fazladır ülkemizde. İşte Polonya liginden bir takım tutan futbolsever de göremezsiniz pek. Avrupa’nın önde gelen futbol orgizasyonlarında (şampiyonlar ligi, avrupa ligi vs) boy gösteremezler. Dünya futboluna armağan ettikleri bir yıldız futbolcu olsaydı bari yüreğim gam yemezdi. Eurovision'da bize puan da vermezler. Her sene o kadar Türk gidiyor oraya hiç mi kendimizi sevdiremedik lan? Lobi faaliyetlerine girişmek lazım ilk iş. Diplomatik ilişkilerin son derece kısıtlı olmasından mütevellit ana haber bültenlerinde gündeme de gelmez orta avrupanın bu soğuk ülkesi. (Bilinçaltımda polonyaya karşı bu kadar bastırılmış nahoş duygular olduğunu bilmiyordum) Nazilerin ikinci dünya savaşı sırasında yaptıkları soykırım ve şehirlerin tahrip edilmesi gelir akıllara hep Polonya’dan konu açılınca. Hele ki Roman Polanski’nin the Pianist ve Steven Spielberg’in Schindler's List gibi soykırımın çarpıcı biçimde anlatıldığı filmleri izlediyseniz acımayla karışık bir sevgi duymanız mümkündür. Peki her sene binlerce erasmus öğrencinin avrupada öğrenim görmek adına Polonya’yı tercih etmesinin ardında yatan gerçek sebep nedir? dannnnnnnnn! Az sonra!!!1!!!!11!bir! Lan iyice sanal televoleye çevirdik burayı iyi mi.

ülke tercihinde bulunurken göz önünde bulundurduğum en önemli iki kriter gideceğim ülkenin jeopolitik konumu ve ekonomik durumuydu. Polonya, Avrupa Birliği üyesi bir ülke olmasına rağmen hala kendi para birimi olan zilotiyi kullanıyor. 1 euro ise 4 zilotiye tekabül etmekte. Şu ‘’euro’’ denen illet para birimini nasıl telaffuz etmemiz gereği konusunda millet olarak mutabık olamadık bir türlü. Yuro, öro, eyro, avro.. çoğu ana haber bülteninde avro olarak telaffuz edilse de ‘’avro’’ bana ‘’afroooo’’ diye Banu Alkan'a seslenen Ferhat Güzel'i anımsattığından sıcak bakmıyorum aslında. Ne diyordum? Hah. 1 euronun da ülkemizde yaklaşık 2 liraya denk geldiğini düşünürsek Polonya’nın diğer avrupa ülkelerine göre nispeten ekonomik anlamda daha yaşanabilir, hatta türkiye’den bile ucuz oldugu söylenebilir. Yine, Polonya’nın Almanya, Çek cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya, Avusturya gibi gezilesi şehirlere sahip olan ülkelere yakınlığı tercih sebebi özelliklerinden biri. Üstelik Varşova, Wroclaw, Poznan, Krakow gibi Polonya sınırları dahilinde bulunan şehirler de görülmeye değer.

Muhakkak kesin bir tercih yapmadan gitmek istediğiniz tüm üniversitleri detaylı bir şekilde araştırmak gerekiyor. Tatsız bir sürprizle karşılaşmamak adına okulun eğitim dili, yurt şartları, açılacak olan dersler hakkında bilgi edinmek çok önemli. Örneğin Hollanda’da bulunan Maastricht üniversitesinde aylık yurt ücreti 300 eurodan fazlaydı. Aylık 300 euro ile bankadan düşük faizli mortgage kredisi çekmek kulağa daha mantıklı geldi. Hele ki Polonya’da ortalama yurt ücretlerinin aylık ortalama 100 euro olduğunu göz önünde bulundurursak aradaki farkı avrupa turu yaparak kullanmayı tercih ederim. Hollanda’nın pahalı bir ülke olduğundan bahsetmek gerekiyor. Fakültede şans eseri tanıştığım Hollandalı erasmus öğrencisi Türkiye’nin Hollanda’ya göre çok ucuz olduğunu ve bu yüzden ülkemizi tercih ettiğini söyledi. Ekonomik parametre olarak ‘’Burger King’’i kullandı ve ülkesinde bir menünün 5 euro olduğunu ancak türkiye’de ise 5 tl olduğundan dem vurdu çirkin hollandalı aksanıyla. En sevdiği menünün de king chicken olduğunu sözlerine ekledi. 3. Kez erasmus yapıyormuş kerata. Bizim böyle bir şansımızın olmadığını söyledim ve sırtına vurdum ‘’şanslısın ha’’ diye. Anlamsız bir bakış attıktan sonra ‘’neyse hadi sonra görüşürüz kib bye’’ diyerek uzaklaştı yanımdan.
Polonya’nın erasmus yapılacak ideal ülkelerden biri olduğunu düşünüyorum. Umarım yanılmam.

17 Haziran 2010 Perşembe

Tebdil-i mekanda ferahlık arayışı!

tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında
acının yüz ölçümü yeryüzünden çokmuş aslında


sezen aksu

...

İzmir gibi belki de ülkenin en yaşanabilir şehrinden kalkıp Bialystok gibi Polonya'nın kuzeydoğusunda yer alan ve Litvanya, Ukrayna, Belarus gibi ülkelere sınır komşuluğu yapan bir şehirde eğitim görme isteğinin tek açıklaması ,rahat batması değil de, ''erasmus'' olabilir.

...

İzmir’den, ailemden, arkadaşlarımdan 10 ay ayrı kalmanın yaratacağı özlem ile avrupada 10 ay eğitim görmek gibi belki de hayatımda bir daha yakalayamayacağım fırsatı farazi bir terazinin kefelerinde tarttığım zaman yurt dışına çıkmak ağır bastı. İzmir, aile ,arkadaşlar bir müddet beni bekleyebilirdi ancak hayatın insana belirli zaman dilimlerinde sunduğu ve bir daha ne zaman vereceği belli olmayan fırsatlara bekle demek olmazdı. Erasmus dil sınavı ve mülakatının ardından Polonya’nın Bialystok şehrinde yer alan ve henüz ismini tam olarak telaffuz edemediğim Wyzsza Szkola Admistracji Publicznej adlı okulda ,kısaca WSAP, 5 ay öğrenim görmeye hak kazandım. Çok büyük bir aksilik yaşanmazsa, örneğin oralarda soğuktan donmazsam, ikinci dönem de orada kalmayı planlıyorum. İlk ve ortaöğretim coğrafya kitaplarında bir geyik var ya hani, ''İzmir'de Akdeniz ikliminden mütevellit kışlar ılık ve yağışlı geçer'' diye, külliyen yalan. Son yıllarda kış aylarında yaşanan ayaz bile 20 yıllık hayatı boyunca kar topu oynamamış, kardan adam yapmamış, kar yüzünden okulu tatil edilmemiş bir İzmirli olarak beni son derece zor durumda bırakıyorken Polonya'da kış aylarında yaşanan ve –30 dereceleri bulan hava sıcaklıkları karşısında nasıl bir tutum sergileyeceğimi gerçekten çok merak ediyorum. Ayrıca orada kar yağınca sevinçten yerlerde yuvarlandığımı, sağa sola umarsızca kar topu attığımı gören Polonyalıların hakkımda ne düşünecekleri endişesi de taşımıyorum açıkçası. Meczup derler geçerler heralde. Yani öyle umuyorum. Köyden indim şehre filminin Ege'den geldim kutuplara versiyonunu yaşayacağım sanırım.

Aslında birinci sınıfta erasmusa başvurmak pek akıl karı değildi zira bana söylenenlere göre derslerin uyuşmama problemi vardı. Bu da okulun bir sene uzaması anlamına geliyordu. Yine de buralardan biraz uzaklaşmanın iyi geleceğini düşünerek derslerin uyuşmama ihtimalini de göze alarak başvurdum erasmusa. Gerçi yangından mal kaçırır gibi başvururmamın sebeplerinden diğeri ise güz döneminin sonunda 2.86 gibi erasmusa gitme yolunda naçizane bir not ortalaması yakalamamdı. Nedense bu ortalamayı düşüreceğime dair bir hisse kapıldım bir an için sonra da al kırdın kırdın dememek adına bu not ortamalamasını ziyan etmemeye karar verdim. Bırak bu ayakları bahane aramışsın sen kaçmak için dediğinizi duyar gibiyim. O da bir bakış açısı tabi. Halbuse bekleseymişim yıl sonunda aynı not ortalamasına sahip olacaktım. ne eksik, ne fazla, seviyorum bu istikrarlı yönümü.
Erasmusa 1. Sınıfta başvurmaya karar vermemde etkili olan bir diğer nokta ise 4 yıllık kariyer planımdı. Planlarıma göre 2. Sınıfı yurtdışında okuyacak dönüşte hemen bir staj ayarlayacak, 3. sınıf bittikten sonra yaz tatilinde ise work and travel ile Amerika'ya gidecektim. Böylece 4 senelik kariyer planım hazırdı. Eminim çoğu 3. Dünya ülkesi benim yaptığım gibi 5 yıllık kalkınma planı hazırlasalar çoktan gelişmekte olan ülke konumuna gelip, IMF, dünya bankası vs ile uğraşmak zorunda kalmazdı.

Madem yaklaşık 10 ay sürecek hayatımın en önemli yolculuklarımdan birine çıkıyorum bu anları sadece fotoğraflarla değil aynı zamanda yazı ile de ölümsüzleştirmek gerekir dedim kendi kendime. Ara sıra konuşurum böyle kendi kendime. Evet. Aslında bu yazılanlar da kendi kendine konuşmanın bir parçası gibi değil mi allasen? Her neyse. Ölümsüz bir eser (!) bırakma isteğinin yanında her yıl binlerce üniversite öğrencisinin başvurduğu erasmus değişim programına başlamadan bir nevi onlara yardımcı olmak, yol göstermek adına başvurucu sürecimi, polonya'da yaşayacağım anların öncesini sonrası perde arkasını blog denen internet günlüğü vasıtası ile paylaşmaya karar verdim. Bir sonraki yazımda ise ''neden Polonya'yı seçtim'' adlı hüzzam makamında bir yazı yazacağım. Şimdilik hoşçakalın.
Kendimi mehmet ali birand gibi hissettim bir an için.